GİRİŞ

Felsefe 19. yy’da Shopenhauer’in attığı adımlarla birlikte önemli sonuçlar getiren bir dönüşüm yaşar. Shopenhauer insanın gerek kendi bireysel tek doğası gerekse bütün bireylerin paylaştıkları dünyayı uyumlu bir bütün olarak kavrama, öğrenme yeteneğinin kaynağını, kendisinden önceki idealist felsefelerde olduğu gibi doğrudan insanın kafasının içinde, onun düşünce faaliyetinin ürünü olarak görmeyip; daha doğrusu bu aşamada takılıp kalmayıp bu kaynağı insanın bedeninde bulur. Böyle olunca da bir bakıma felsefenin ağırlık noktası, insanın düşünme yetisinden, kafasında bulunduğu varsayılagelmiş doğuştan bilgi formları arayışından bedene kayar.

Bu dönüşüm Decartes’tan beri nesneyi özneden bağımsız bir olgu olarak görüp bütün ağırlığı “ben” e özneye dolayısıyla da onun bilincine veren felsefelere karşı çıkar; bu temel üzerinde varlığa, dünyaya (evrene) ilişkin son hakikatleri bulma iddialarının, Hatta Kant’ın böyle bir son şeyin bizatihi bilinemez olduğunu ileri sürdükten sonra, var olduğunu iddia ettiği ding an sich (kendinde asıl nasılsa öyle olan şeye) ilişkin iddianın, idealizmin benzer iddiaları gibi salt beyin fenomeni, beynin düşünme faaliyetinin sonucu olduğunu söyler. İnsan bilen, nesnelerin bilgisini edinen değil, isteyen bir varlıktır ona göre.

Ne varki Shopenhauer kendi felsefesini geliştirirken idealizme ama asıl Kant’ın transzendantal felsefesinin tek tek sonuçlarına dayanmaktan, bunları kendince yorumlayıp düşünce sistemini bunların üzerine inşa etmekten geri kalmaz. Kant özellikle “Salt aklın eleştirisi’nin” “Trasnzendantal Estetik” bölümünde, doğuştan getirdiğimizi ileri sürdüğü a priori kategorilerin arasında zaman ile mekan kategorisine apayrı bir konum atfeder. Öteki kategoriler kavramsal kökenli iken, bu ikisi duyumlarla algılanabilir, dünyadan salt/görü yoluyla türetilmiş kategorilerdir. Salt görünün bu iki kategorisi, nedensellik yasası ile birlikte, nesnelerin zaman ve mekan içinde nedensel ilişkiler üzerinden bir bilgi haline gelmesini mümkün kılarlar. Schopenhauer ise bu iki kategorinin de son tahlilde salt görü üzerinden edinilmiş olsalar bile beynin kalıpları arasında yer aldıklarını; yani a priori olduklarını hatırlatıp, bilginin öznel ayağına girdiklerini düşünür. Öyleyse bilinçte içerik namına (nesnelerin bilgisi namına) ne varsa, son tahlilde beynin kendi fenomenidir ve idealizmin konusudur.

Schopenhauer bu beyin fenomenlerine “Tasarım Dünyası’ adını vermiştir . Böylelikle bütün nesne ve süreçler beynin ürünü, onun tasarımları olup çıkarlar. Nesne tamamen özne için, ona bağlı olarak vardır. Dünya diye ne varsa, benin tasarımımdır.
Böylece karşımıza ne somut bir zaman ne de sonut bir mekana göre ne de nedenselliğe tabi olan bir dünyanın belirtileri çıkar. Bu sadece kendinde olan dünya, irade’nin dünyası; daha doğrusu iradedir.

İrade sadece kedisini isteyen bir tür kör, karanlık, bilinçsiz ilk güç gibi bir şeydir; irade kendini ağırlık, dürtü ve kuvvet olarak varlıklaştırır, daha doğrusu hissettirir; bir yandan da bilinçte izlerini bırakır. Schopenhauer’den yaklaşık elli yıl sonra psikanaliz teorisinde ortaya çıkan bilinçdışı Schopenhauer’de her şeyi birbirine bağlayan otorite anlamındaki irade’dir. İradenin etki alanında gerek bilinç gerekse de zeka ikinci dereceden önem taşır.

Schopenhauer, düşüncelerinin boşlukta dolaşmasını önlemek için, döneminin beyin fizyolojisi bulgularına dayanmaya çalışır. Günümüzün önemli beyin araştırmacıları için bugün olağan, sıradan bir tespit olan şey, o günlerde Schopenhauer için bir yenilik ve öğretisinin dayandığı şartların doğrulayıcı verileriydi: Tin, zeka, ruh, bilinç ve akıl ile birlikte fikirler, beynin son derece sallantılı, ikinci dereceden önemli ürünleridir. Düşünüre göre, felsefe ile ilahiyat bu beyin ürünleriden bazılarını özerk hakikatler ve gerçeklikler yerine koyma gafletine düşmüşlerdi. Schopenhauer özellikle madde, kuvvet, nedensellik ve ahlak yasalarının yanı sıra, ahlak felsefesinin ve ilahiyatın başka kategorilerinin de beyin fonksiyonlarına bağımlı, buradan türetilmiş olduklarını söyler.

Schopenhauer 19.yy da akademik felsefenin dışında kendi yollarından yürüyen ve aklın bizatihi kendi ürünlerini, şeyleştirme, nesneymiş gibi sunma eğilimlerine amansız bir mücadele bayrağı açan düşünürlerin öncülerindendir. Bu çaba, on dokuzuncu yüzyılın özellikle Alman kültürünün ve toplumsal eleştirinin belkemiği olmuştur. Düşüncenin ürünlerinin gerçek olmayacağı görüşüne destek verenlerden biri de Marx’tır. Marx’ın kimi düşünce içeriklerinin “fantazmagorik biçimi” ne (aldatıcı, kuruntuya dayalı, yanılsatıcı biçimine) ve “meta’nın fetiş karakterine” yönelttiği eleştiriyi burada hatırlamak gerekebilir. Bunlardan birincisi dinin dünyasını, ikincisi meta üretimi alanı hakimiyeti altında tutmaktadır. Marx, schopenhauer’in bu konudaki düşüncelerini paylaşırcasına, dinde “insan kafasının ürünlerinin, kendilerine ait bedenlerle donanmış, gerek kendi aralarında gerekse insanlarla ilişki içinde bağımsız biçimler olarak göründüklerini” söyler. “Meta dünyasında insan elinin ürünleri böyledir. Bunu, meta olarak üretilir üretilmez, emeğin ürünlerine musallat ve bu nedenle de meta üretiminden kopartılamaz olan fetişizm diye adlandırabiliriz.

Schppenhauer gerçekte aklın işlemlerinin ürünü olan şeylerin, akıldan bağımsız varoluşlar edinmeleri süreçlerini bilgi teorisi düzleminde fark etmişti. Gerçi Schopenhauer Marx’ın tam tersi bir yol izleyerek bu sonucu öznel bir adlanma, özne bilincinin bir yanılsaması olarak anlamak isterken Marx, mübadele sürecinin toplumsal a priori sini bu yanılgının (yabancılaşmanın) kaynağı olarak görür.
Schopenhauer’de zaman, mekan ve nedenselliğe boyun eğmiş dünya, bir tür rüyalar alemi gibi bir şeye dönüşür; bizim dışımızda ama kaynağı kafamızda olan imajlar dünyası, bu hayaller dünyası, dünyaya ilişkin çok derinlerdeki bir hakikatin kodlanmş bir şekilde yüzeye yansıması gibi bir şeydir. Bu noktada onun irade metafiziği Hint dinleri ve manevi dünyasıyla birleşir. Ama bu metafiziğin içinde Avrupa mistiğinin izlerini de buluruz. Schopenhauer bu mistiğin içinde kendi öğretisinde anladığı ve yorumladığı şekliyle insanın metafiziksel ve dinsel ihtiyacının karşılandığını düşünür. Çünkü salt beyin fizyolojisinden ve materyalist teorilerden farklı olarak bu öğretiler, nesnelerin bambaşka bir organizasyon biçimine, zaman, mekan ve nedensellik ilişkilerince belirlenmiş o düzende yer aldıklarından, çok farklı bir düzenlenişine olanak tanırlar.
Nesnelerin fiziksel organizasyonlarının ötesinde bir düzenleniş biçimine uyabilecekleri inancı, Schopenhauer için metafiziğe inanmakla aynı şeydir. İşte bu metafizik onun başlıca göreci dünyadaki bencilliğe son vermek olan etiğinin de temelini oluşturur.
Büyük ölçüde acı, yokluk, ıstırap ve eksiklikle dolu bir dünyada “Acı çeken ile çektirenin” bir ve tek oldukları düşüncesi, Schopenhauer’de yaklaşık yetmiş yıl sonra Frankfurt okulunun kurucularından Horkheimer’e bütün insanların dayanışmasının mümkün olduğu düşüncesine kaynak olmuştur. Schopenhauer öğretisinin toplumsal eleştiri boyutunun eleştirel toplum teorisinin gelişmesinde kendince katkı yapmış olduğu kesindir.

  1. HAYATI ve ESERLERİ

Arthur Schopenhauer 22 Şubat 1788’de Danzing’de dünyaya geldi. Babası ticaretle uğraşmaktaydı ve doğan oğluna tüm Avrupa ülkelerinde değişmeyecek olan Arthur adını koymuştu. Arthur annesinin zeka kıvraklığını ve canlılığını, babasının ise haşin, ters ve bildiğinden şaşmaz huyunu almıştı. 1793’te Prusya ile Rusya Polonya’yı paylaşırken Danzing Alman imparatorluğuna bırakılınca kent özgürlük haklarını yitirdi. Prusya birlikleri Danzing’e girmeden önce aile beş yaşındaki Arthur ile birlikte Danzing’e yerleşti.

Annesi burada sosyete hayatının peşinde iken baba da ticaret peşinde koşturan biriydi. Çocukluk günlerine ilişkin anılarında (1883) Schopenhauer’ ın büyük korku ve endişe içinde yaşadığını anlıyoruz. Bir gün anne ve babasının onu terk edeceği ve bir daha onları göremeyeceği vehmine kapılır ve endişelerine hastalık vehimleri eşlik eder. Babasının onu yalnız bıraktığı ve annesinin de sevmediği düşünceleri ile duyguları karmakarşık ve endişeleri diz boyudur.

Arthur dönemin geleneği olarak özel derslerle eğitimine başlar. Ailesi ile birlikte 1800’de üç aylık bir bilgi görgü arttırma gezisine çıkar ve böylece entelektüel faaliyetlere duyduğu ilgi artar. Babası bunu farkedip onu ticarete yönlendirmek istediği için liseye başlayacağı dönemde bunun yerine onu okuldan uzaklaştırmak için bir Avrupa gezisi önerir. Bu gezi Calais üzerinden Dover’e oradan da Londra’ya uzanır. 1803’ta Fransa devriminin tüm şiddet ve vahşetine tanık olur. Avrupa gezisinden sonra babasının yanında bir ticaret adamı olarak yetiştirilmeye başlar. Babasının işleri bozulur ve Ahmburg’daki bir nehirde cesedi bulunur ve bu bir intihar gibi görünmektedir. Schopenhauer bu olaydan dolayı dibe vurmuş olsa da babasının ölümü onun hayatının bambaşka bir akışın içine girmesinin başlangıcı olacaktır. Annesi kızkardeşi ile birlikte kendi hayatlarında olmaya devam ederken Schopenhauer bir süre daha babasından kalanı devam ettirmeye çalışmış ve ticaret eğitimine de devam etmiştir. Bu sırada bazı seminerlere katılır. Bunlardan biri Franz Joseph Gall’in kafatası konulu dersleridir ve bu onun ilerde yazacağı “İrade ve Tasarım Olarak Dünya” kitabında Gall’e göndermelerde bulunacaktır.

Sonrasında annesinden de izin alarak meslek değiştirmeye karar verir ve Weimar’ a taşınır. Burada Latince ve edebiyat dersleri alır. 1809’da Göttingen Üniversitesinde tıp eğitimine başlar. Okulunun ikinci yarıyılında tıbbı bırakır ve felsefe ile ilgilenir. Felsefe öğreniminin son yıllarına doğru Platon ve Kant idealizminin yanına kendi öğretisinin ilk ögelerinden biri olan istemek (irade) yerleşecektir. 1813’de “Yeterli Neden Önermesinin Dört Farklı Kökeni” başlıklı doktora tezini bitirir. Bu tezde nedensellik yasası ile ilgilenir. Ona göre nedensellik düşüncelerimizi belirler ama kaynağı nesnel değildir ve düşünce içkin olma özelliğinden kurtulamaz. Düşünce ikincil dereceden bilgi sunma işlevi taşıdığından bu dünyada olma-halinin (varlığın) nedenine temas etmez. Olma- halinin nedenini beynimizde ancak zayıf bir düşünce yansıması olarak hissederiz. Eylemlerimizin nedenleri beynimizdeki düşünceye bağlı olarak ortaya çıkıp eylem ve davranışlarımızı yönlendirirler, eylemimizin asıl nedeni doğrudan yansımayan, ancak varlığını belli eden; çok temelde, nihai bir nedendir. Bu son nedeni kavrayamayacağımız gibi, bu temel düzlem eylemlerimizin asıl nedenini açıklamaya yönelik sorulara cevap vermeye elverişli değildir. Bu noktada yeni bir metafizik karşımıza çıkar, yani: bu dünyada olma hali hakkında öyle sadece düşünce üzerinden giderek nihai bilgiler elde edemeyiz; bu konuda bizi asıl aydınlatacak olan bedenimizin varlığıdır. Çünkü o nihai ilke, bir şekilde bedenimizle verilmiştir; karşımıza bedenimizin ihtiyaçları, yaşama isteği, türleri yaşatma, ayakta tutma isteği (irade) olarak dolaylı görüntülerle çıkan şeydir.
Schopenhauer Goethe’den etkilenmiş ve bu etkiyle optik deneylere girmiş; varolan her şeyin evrensel bir bütünlük oluşturduğunu ileri süren panteist dünya görüşünü tanımış, genelin içinde teki, teklerin birliğinde geneli, evrenseli görmeyi öğrenmiş ancak Goethe’nin renk öğretisine ve Panteizme mesafeli durmuştur.

1772-1818 yılları arasında Friedrich Majer’den etkilenmiş ve bu sayede Hindu “Veda” mistiği ile tanışmıştır. Schopehauer “İrade ve Tasarım Olarak Dünya”da ölümlülerin gözlerini örten Maja’dan “aldatıcı örtüden” söz eder ve ölümlülerin gözünü örten Maja onlara; olduğunu ya da olmadığını söylemenin mümkün olmadığı bir dünya gösterir. Çünkü bu dünya, yolcunun uzaktan su sandığı kumun üzerindeki güneş yansımasına ya da yılan yerine koyduğu yere atılmış ipe benzer.

1816’da “Görme ve Üzerine” çalışmasının el yazmalarını bitirir. Schopenhauer bu çalışmasında Goethe’den yana Newton’a karşı bir görüşü benimser ancak Goethe’den farklı olarak ışığın kendine ait bir gerçekliği olduğunu kabul etmeye yanaşmaz. Goethe ile renk izlenimlerinin öznel olduğu görüşünü paylaşır. Ona göre renklerin asıl yeri gözümüzdür, dolayısıyla gözden bağımsız bir gerçeklikleri yoktur; retina tabakasının fizyolojik özelliklerinin yansımasıdır renkler.

1818’de “İrade ve Tasarım Olarak Dünya” kitabını tamamlar. Berlin’de üniersitede “Nedenlerin Dört Farklı Türü” başlıklı bir seminer verir ve Hegel ile çatışır ancak yine de tezini kabul ettirir. Hegel ile aynı saate seminerini koyduğundan talep görmez ve üniversite hayatı bir dönemde sona erer bu durum kitap satışının da çok kötü olmasına neden olur.

1833’de Berlin’de yaklaşık 28 yıl sürecek kendi kapalı dünyasında yaşamaya başlar ve diğer eserleri üzerinde çalışır. Schopenhauer Norveç Kraliyet Bilimler Akademisi Cemiyetinin ödüllü bir sorusuna hazırladığı cevapla dikkatleri üzerine çeker. Soru şudur: İnsan iradesinin özgürlüğü onun benlik dugusundan (kendilik bilincinden) hareketle kanıtlanabilir mi? Gönderdiği cevaptaki irade metafiziği, iradenin özgür olduğu tezinin savunulmasına olanak bırakmamaktadır. Jüriyi ikna etmeyi başarır. Bunun ardından Danimarka Kraliyet Bilimler Akademisi Cemiyeti ödüllü bir soru sorar: Ahlakın kayanağını ve temelini doğrudan bilinçte yatan bir ahlakilik idesinde ve bunlardan doğmuş olan öteki ahlaki kavramların analizinde mi yoksa başka bir bilgi kaynağında mı aramalı. Schopenhauer cevabını “Ahlakın Temelleri Üzerine” başlıklı çalışmasıyla Danimarka’ya yollar ancak burada eseri ödüle layık görülmez.
1840- 1843 yılları arasında ““İrade ve Tasarım Olarak Dünya” kitabınının tüm eklerini de tamamlar.
21 Eylül 1860’ta ani bir akciğer rahatsızlığı ile hayata gözlerini kapar. Mezar taşı üzerinde sadece “Arthur Schopenhauer” yazılıdır.

  1. FELSEFE SİSTEMİNİN TEMEL TAŞLARI

Öğretisi için “ben nesnelerin ne olduğunu, dünyanın özünün ne olduğunu ve bundan kurtuluşun ne yolla olabileceğini açıklıyorum. Konum “varlık”tır “gereklilik” değildir.” der. Ona göre dünyada ne varsa düşünme işlemlerinin ürünü ortaya koyması, bu hakikatlerin dünyanın maddi varlık temelleri olarak anlaşılmak istenmesi imkansızdır.
Schopenhauer’e göre bir yanda düşünme alışkanlıkları, öte yanda doğruyu hakikati kavramamızın engelleri, zamanla artık insan bilgisinin hangi bölümünün doğrudan zekasından, aklından, hangisinin dıştan, dış dünya algısından geldiğini ayırt etmeyi zorlaştırır. Bu noktada hangi yan nesnel hangi yan öznel sorusunun cevabını bulmaya çalışır.

Felesefesinde Öz ve Fenomen kategarileri ile baş etmeye çalışır. Ona göre aslında düşünme faaliyetlerinin kapasitesine bağlı olarak elde edilen bir hakikate/doğru olur ve düşünme faaliyetleri, düşüncenin kapasitesi, insanların bencil bir amacına, hakikate / doğruya el koyma amacına bağımlı kılınmıştır. Başka bir deyişle salt düşünme yoluyla hakikatin bulunmasını ummak beyhude bir niyettir.

Schopenhauer’e göre mutlak bir hakikati arama yönelişleri ile daha çok iktidar ve hükmetme amaçlarına yönelik çabaların esiri olunacağını göstermektedir. Bu nedenle son hakikate el koyma konusunda biraz daha dikkatli olunmalıdır.
Schopenhauer’in “Yeterli Neden Önermesinin Dört Farklı Kökeni” isimli doktora tezinin temel konusu, tasarımlarımızın belli bir yasal düzenlikle a priori olarak birbirlerine bağlanışının amaçları olarak özetlenebilir. Gerçekliğin birliğini, tekliğini nedensellik ilkesinde kurmak isteyen düşünceye karşı Schopenhauer şu tezi koyar: Nedensellik ilkesi sadece homojenlik, teklik, yeknesaklık kurmak değil, o aynı zamanda çokluğu, çeşitliliği oluşturan ilkedir de. İnasın varoluş tarzının bir sonucu olark dünyanın homojen karakterleri hakkında bilgi edinebilir.

Schopenhauer Yeterli Nedeni Dört düzlemde ele alır

1: Varolmanın yeterli nedeni
2: Bilginin yeterli nedeni
3: Olma halinin (varlığın) yeterli nedeni
4: Eylem ve davranışlarımızın yeterli nedeni: Schopenhauer felsefesinin can damarını oluşturan bu önermede, bir eylem ve davranışın nedenleri iradeye geri götürülürler. İrade/istek/isteme varolmak için artık başka bir nedene muhtaç olmayan son nedendir.
Schopenhauer, madde ile kuvvet kavramlarına yeni bir anlayışla yaklaşır. Ona göre, madde son kavram değildir; nedensellik yasası bize maddenin öncesinde bir “tözün dayanıklılığı” ilkesinin mevcudiyetini göstermektedir. Demek ki maddenin temeli, amprik deneyimsel dünyada değil de bir düşünce işleminin ürününde, “tözün dayanıklılığı yasasında” yatmaktadır.

Schopenhauer motivasyon yasası kavrayışıyla bizi bir anda metafiziksek iradeye götürür; bu irade (istem) sadece kendini istemektedir; yeri öncelikle düşüncede değil, bedenin derinliklerinde olmalıdır. Insan öğrenen, bilgi edinen bir varlık değil, isteyen bir varlıktır ve istemenin içinde tezahür eden irade kendi dışında bir şeyin değil, kendi kendisinin koşulu ve nedenidir. Yani, eylemlerimin nedeni ile iradem özdeştir. İrade ve bedenim salt bedenimin varoluşuyla vardır, ikisi birbirine kopmaz biçimde sarmalanmıştıır.

Esas yapıtı olan “İrade ve Tasarım Olarak .Dünya” da temelde şunu ifade eder. Tasarım olarak dünyanın sayısız çehresi bulunmaktadır; dünyada dünyayı tasarlayan ne kadar beyin varsa, o kadar da dünya tasarımı vardır. Ona göre öz, asıl birincil dünya hakkında düşünme yoluyla, yani beynin faaliyetleri aracılığıyla çok az şey öğrenebiliriz. Tasarım olarak dünya onları kullanarak kendimize bir dünya imajı oluşturduğumuz sayısız model ve teori içerir. Ne var ki bu teori ve modellerle tasarım halinde bize sunulan dünya eninde sonunda hep imaj, görüntü olarak kalacaktır; dolayısıyla da tasarımlar dünyası asıl dünyaya göre türetilmiş, ikincil olandır. Asıl birincil dünya ise iradenin dünyası nesneleri süreçleriyle görünürleşmiş iradenin dünyası, irade olarak dünyadır.
Zaman, mekan, nedensellik tarafından belirlenmemiş bir dünyayı insan tasarımlandıramaz. Ne varki zaman, mekan ve nedensellik tarafından belirlenmiş bir dünyada, bu kategoriler; düşüncenin doğuştan getirdiği kategoriler olduğuna göre, bu kez de bilgi edinen öznenin bilgi edinme yeteneğine uyumlanmış; bu yetenek tarafından biçimlenmiş olacağına göre dış dünya neyse o olmaktan çıkmıştır. Böyle tasarımlaşmış bir dünya, kendinde varolan dünya, bize kendi hakkında birşeyler sunmaktan çok, kendisini bilgi aygıtı aracılığıyla tasarımlaştıran öznenin özellkileri hakkında bilgi sunar.
Peki, zamanın ve mekanın nedenselliğinin ötesinde bir şeyin varolduğunun kabul edilmesi nasıl mümkündür? Sorusunun cevabı: İrade’yi biliriz çünkü o bedenimizle özdeştir. “Bedenim ve iradem aynı şeydir”

İnsanın kendi hakkındaki ilk bilgisi varolma isteğidir. Varolma isteği, iyi sağlıklı olma isteği, açlık, dürtüler ve hayatta kalma isteğidir. İrade bütün varlıkların içindeki ilk temel kuvvettir ve ağırlık, yer çekimi kuvveti, yaşama ve üreme dürtüsü olarak kendini gösterir. Bedenin parçaları iradenin tezahürü ile ortaya çıkan isteklerle ve arzularla ifade edilir. İrade bize nesneleşmiş şeylerin dışında verilir ve ona sezgiler ile ulaşabiliriz bu da mistiktir.

KAYNAKÇA

ATAMAN, V. (2004). Varolmanın Acısı Schopenhauer Felsefesine Giriş. İstanbul: Donkişot Yayınları.
SCHOPENHAUER, A.(2008). Schopenhauer Hayatın Anlamı. Istanbul: Say Yayınları

Uzman Klinik Psikolog Meral Aydın